Ömür Dediğin..
Bugün yine lay-lay-lom bir şekilde nette gezerken, Davut Topcan isimli birinin vefat ettiğini gördüm. Friendfeed'de, tanıyan herkes onunla ilgil bir feed açmaya başlamıştı. Daha önce birkaç feed'ini görmüşlüğüm vardı ama kim olduğunu bilmediğim için biraz blogunu felan kurcaladım. 2007'den beri kanser hastasıymış ve bu dönemde tuttuğu bir blogu var. Bir kaç yazısını okuduktan sonra, geçmişte yaşadıklarımı düşünmeye başladım. 2007 yılında dedemi, 2008'de ise halamı kaybetmiştim. 2007'de halam kanser olmuştu. Dedemin vefatının arka planında da bu yatıyordu galiba. Daha kanser olduğunu öğrendiğimiz ilk hafta, dedem işyerinde çay yaparken, çaydanlığa su yerine tiner koymuş, bacağı yanmıştı. Dalgınlığının sebebi, kızı için duyduğu üzüntüydü heralde. 45 gün kadar ameliyatlarla dolu bir hastane serüveninden sonra dedem vefat etti. O sırada halam kemoterapi alıyordu. Zamanla halamın durumu da kötüye gitti ve daha 1 sene olmadan bu sefer de onu kaybettik.
Ömrüm boyunca hastanelerden nefret ettim. İnsanların hasta hallerini görmek istemiyorum hiçbir zaman. Ama hepsi insanın, bu hayattaki imtihanı. Herkes için bir ölüm sebebi tayin edilmiş. Belki hastalık bunlardan en güzeli. Çektiğiniz sıkıntılar günahlarınıza kefaret oluyor çünkü. Ölmeden önce, kendini affetirebilmek için son bir fırsat gibi sanki..
Ölüme hazır mıyım diye düşünmeye başladım.. Şimdi ölsem, acaba ne kadar günahım var, ne kadar sevabım var, O'nun rızasını ne kadar kazabilmişim? Hesaba çekiilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz... Çekiyorum ve battığımı görüyorum... Cennet ucuz değil... Öyle inanmakla, kalbin temiz olmasıyla pek olmuyor. İbadetlerim, hele ki namazlarım ne alemde? Ölen herkes ne yazık ki cennete gitmiyor, O'nun rızasını almış bir şekilde ölmüyor. Kendimizi kandırmamamız lazım. O'nun merhameti boldur amenna ama eli boş da gidilmez ki O'nun huzuruna..
Kefenin cebi yok derler ya, aslında var! Kefenin görmediğimiz bir cebi var. İçine ibadetlerinizi, O'nun için, O istedi diye yaptığınız işleri koyuyorsunuz. Zaten ömrümüzü kefenin tamamı olarak düşünürsek, yaptığımız hayırlı şeyler de o kefende ancak bir cep kadar yer kaplar -ya da kaplamaz bile-..
Tertemiz geliyoruz ama ömür dediğin şeyde kirleniyoruz, kirletiyoruz. Hadi bakalım, bugünden sonra ölüme hazırlanalım. Farzedelim ki bugün, ölümcül bir kansere yakalandık ve ÖLECEĞİZ. Bugünden sonra artık bir kanser hastası gibi yaşayalım. O'nun huzuruna çıkacağımız güne adam-akıllı hazırlanalım... Yatsıyı kılmayan varsa yatmadan kılsın !!!
Yusufname
ÖMÜR DEDİĞİN
20 Haziran 2011 Pazartesi
ömür
Tanrı önce eşekleri yaratırken eşeğe demiş ki;
Sana 60 yıl ömür veriyorum, ömrün boyunca itaat edeceksin, dayak yiyeceksin, sürekli çalışacaksın.
Eşek demiş ki: "60 yıl ömür bana çok fazla, bunun 35 yılını kesin. 25 yıl bana yeter." Kabul edilmiş.
Sonra sıra köpeğe gelmiş.
Tanrı köpeğe demiş ki;
Sana 30 yıl ömür veriyorum, her an sadık olacaksın, ne verirlerse yiyeceksin, evleri bekleyeceksin.
Köpek demiş ki:
"30 yıl ömür bana çok fazla, bana 15 yıl ömür yeter, 15 yılını kesin." Kabul edilmiş.
Sıra maymuna gelmiş.
Tanrı maymuna demiş ki;
Sana 20 yıl ömür veriyorum, ömrün boyunca şaklabanlık yapacaksın, daldan dala atlayacaksın.
Maymun da demiş ki:
"20 yıl ömür bana çok fazla, 10 yılını kesin, bana 10 yıl yeter." Kabul edilmiş.
Sıra insana gelmiş.
Tanrı insana demiş ki;
Sana 20 yıl ömür veriyorum, herşeyin sahibi sensin, herkes sana itaat edecek.
İnsan demiş ki:
"20 yıl ömür bana çok az.
Şu 20 yıla eşeğin almadığı 35 yılı, köpeğin almadığı 15 yılı ve maymunun almadığı 10 yılı ekleyelim." Kabul edilmiş.
İşte bu yüzdendir ki;
insanlar
20 yıl insan gibi yaşadıktan sonra
35 yıl eşekler gibi çalışıp emekli olur,
15 yıl köpek gibi evi bekler, son
10 yılını da maymun gibi şaklabanlık yaparak, torunlarını eğlendirir.
Sana 60 yıl ömür veriyorum, ömrün boyunca itaat edeceksin, dayak yiyeceksin, sürekli çalışacaksın.
Eşek demiş ki: "60 yıl ömür bana çok fazla, bunun 35 yılını kesin. 25 yıl bana yeter." Kabul edilmiş.
Sonra sıra köpeğe gelmiş.
Tanrı köpeğe demiş ki;
Sana 30 yıl ömür veriyorum, her an sadık olacaksın, ne verirlerse yiyeceksin, evleri bekleyeceksin.
Köpek demiş ki:
"30 yıl ömür bana çok fazla, bana 15 yıl ömür yeter, 15 yılını kesin." Kabul edilmiş.
Sıra maymuna gelmiş.
Tanrı maymuna demiş ki;
Sana 20 yıl ömür veriyorum, ömrün boyunca şaklabanlık yapacaksın, daldan dala atlayacaksın.
Maymun da demiş ki:
"20 yıl ömür bana çok fazla, 10 yılını kesin, bana 10 yıl yeter." Kabul edilmiş.
Sıra insana gelmiş.
Tanrı insana demiş ki;
Sana 20 yıl ömür veriyorum, herşeyin sahibi sensin, herkes sana itaat edecek.
İnsan demiş ki:
"20 yıl ömür bana çok az.
Şu 20 yıla eşeğin almadığı 35 yılı, köpeğin almadığı 15 yılı ve maymunun almadığı 10 yılı ekleyelim." Kabul edilmiş.
İşte bu yüzdendir ki;
insanlar
20 yıl insan gibi yaşadıktan sonra
35 yıl eşekler gibi çalışıp emekli olur,
15 yıl köpek gibi evi bekler, son
10 yılını da maymun gibi şaklabanlık yaparak, torunlarını eğlendirir.
Bir sarı lira gibi ömrümüz
Yaşamak değil beni bu telaş öldürecek
Dediği gibi şarin;
O telaşla bırakın paris yolunda
Ilık rüzgarlara taratmayı saçlarımızı
Sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz....
Gözümüz saatte söyleştik hep,
Koşuşur gibi seviştik,yarışır gibi çalıştık.
Hep yetişilecek bir yer vardı
Aranacak adamlar,yapacak işler...
Bir sonraki günün telaşı bir öncekinin tersine bulaştı,
Başkalarının hayatı bizimkini aştı.
Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine;
Kuşluk vakti kızarmış ekmek kokusu
Veya yavuklu busesiyle uyanma düşlerini
Ha babam erteledik.
20’li yaşlardayken 30’lara kurduk saatin alarmını,
30’larımızda 40’lara,belki sonra 50’lere....
Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat,
Kuşlukta uyanma fırsatı sunduğunda size,
Artık uyku girmez oluyor gözlerinize...
Doyasıya söyleşmek,
Telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda,
Söyleşecek sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda...
Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz,
Vakti gelip sandıktan çıkardığınızda,
Bir de bakıyorsunuz ki
Tedavülden kalkmış...
kimbilirkim
Dediği gibi şarin;
O telaşla bırakın paris yolunda
Ilık rüzgarlara taratmayı saçlarımızı
Sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz....
Gözümüz saatte söyleştik hep,
Koşuşur gibi seviştik,yarışır gibi çalıştık.
Hep yetişilecek bir yer vardı
Aranacak adamlar,yapacak işler...
Bir sonraki günün telaşı bir öncekinin tersine bulaştı,
Başkalarının hayatı bizimkini aştı.
Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine;
Kuşluk vakti kızarmış ekmek kokusu
Veya yavuklu busesiyle uyanma düşlerini
Ha babam erteledik.
20’li yaşlardayken 30’lara kurduk saatin alarmını,
30’larımızda 40’lara,belki sonra 50’lere....
Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat,
Kuşlukta uyanma fırsatı sunduğunda size,
Artık uyku girmez oluyor gözlerinize...
Doyasıya söyleşmek,
Telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda,
Söyleşecek sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda...
Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz,
Vakti gelip sandıktan çıkardığınızda,
Bir de bakıyorsunuz ki
Tedavülden kalkmış...
kimbilirkim
ömür dediğin
“Bir insan ömrünü neye vermeli, tükenip gidiyor ömür dediğin. Yolda kalan da bir, yürüyen de bir. Harcanıp gidiyor ömür dediğin”
Bir öğle vakti, üzerimizde ince elbiselerle geziniyorken dışarıda, birden bire yaz yağmuruna tutulmak ve bir yandan ıslanırken bir yandan evimizde açık bıraktığımız pencereleri hatırlamak gibidir yirmili yaşları geride bırakmak. Şaşırır kalırız, başımızda bir ikindi uykusu mahmurluğu. Yağmurun, şiirlerin, şarkıların ve hayallerin bittiği yerden adım atarız otuzlu yaşlara.
***
Hüseyinim geçiyor gençlik çağları…
Eğer sık sık zamanın ne de çabuk geçtiğini düşünüyor ve günlerin, hatta haftaların gerisinde kaldığınız oluyorsa, etrafınıza baktığınızda kendinizi arada bir de olsa yanlış istasyonda inmiş gibi hissediyorsanız ve çocukluğunuz siyah bir okul önlüğüyle ya da siyah beyaz fotoğraflardan çıkmış bir hayal ile görünüp kayboluyorsa gayri ihtiyari bakışlarınızın daldığı boşlukta, muhtemelen otuzlu yaşların ortasındasınızdır ki, otuzlu yaşların ortasında olmak, ömrün ortalarında bir yerlerde olmak demektir biraz da. Ömrün ortasında olmaksa kapıların önünde kalakalmaktır ve siz onlardan uzaklaştıkça küçüleceği yerde daha da büyümesidir kalbinizde, çocukluğunuzun gençliğinizin. Hatıralar sizi habire geriye, önceden geçtiğiniz odalara sürüklerken, önünüzdeki meçhulü düşünmek yorar ruhunuzu. Yolunu unutan göçmen kuşlar gibi şaşırır kalırsınız boşlukta bir süre.
Eski yıllara ait sayfaları yırtılmamış takvimler birikir çekmecelerinizde. Bayramlar hep üç beş hafta ara ile birbirini kovalar. Sanki bir kasıt vardır ramazanların, bayramların çocukluğunuzda yaşadığınız mevsimlere denk gelmesinde. Mülayim bayram çocuklarına elinizi öptürmeye alışamazsınız bir zaman, haşarı bir çocuktur inmez yakanızdan çocukluğunuz.
Artık büyüklerin dizinin dibinde olanca ciddiyetle ve merakla onları dinleyen uslu çocuk ya da uysal genç değilsinizdir. Uğradığınız her mecliste biraz daha ortalarda yer açarlar oturmanız için. Her muhabbette sık sık bizim zamanımızda diye başlayan cümleler kurmaya başlamışısınızdır da farkına varmazsınız çoğu zaman.
Baktığınız her yerde renkler alabildiğine koyulaşır usul usul, sonra ayırt edilemeyecek kadar karışır birbirine ve yalnız kış mevsiminde değil her mevsim günler kısadır artık, akşamlar serin…
Hayatta nelerin sahibi olmuşsanız olun ailesine kötü karne götüren çocuklar gibi mahzunsunuzdur akşam vakitlerinde evinize doğru yürürken. Çocukluğunuz; gençliğinize sitem eder, gençliğiniz; ihtimallerle ve keşkelerle hırpalar kalbinizi. Bir çocuk, amca diye bağırır ardınızdan ayağınıza doğru yuvarlanan lastik topu işaret ederek, duyar; ama görmezsiniz.
Bazen bir mağaza vitrinin önünden geçerken bazen aheste adımlarla bir merdiveni çıkarken, epeyidir görüşemediğiniz bir tanıdığa rastlar gibi birdenbire karşılaşırsınız kendinizle ama onunla göz göze gelmekten korkarsınız kalabalıklarda. Bakamazsınız, çiğ düşmüş bahçeler gibidir yüzünüz saçlarınız.
Önce veda etmeyi öğrenirsiniz ardından kaybetmeyi. Veda edemediğiniz her şeyi bir gün kaybedeceğinizi otuzlu yaşlar öğretir size. Ne kadar sıkı tutarsanız tutun, elinizdekiler, kalbinizdekiler birer birer karanlığa yuvarlanır. Kimse anlamaz içinizde yaşadığınız kıyameti.
Cam arkasından, bir başkasını seyrediyor gibi seyredersiniz kendinizi, kaybettiklerinizi. Yorulmak nafiledir, telaş etmek nafile.
Nihayet ömrünün en uzun koşusundan dönen atlar gibi yorgun düştüğünüzde düşünmekten, kaybetmekten; elimden gelen ancak buydu, tesellisi teslim alır zihninizi. Uyumak ve üç yüz yıl sonrasına uyanmak istersiniz.
Ceplerinizde çocukluğunuzdan beri sakladığınız elmasların aslında birer cam parçası olduğunu bu yaşlarda öğrenirsiniz. Geriye dönebilmek için ardınızda bıraktığınız ekmek kırıntılarını çoktan kuşların bitirdiğini, karanlıkta yapayalnız kalıp da geriye dönmek istediğinizde fark edersiniz. Duvarlarda asılı tablolar kadar uzaktır geride bıraktığınız tüm güzellikler. Ne eskisini unutabilirsiniz ne doğrusunu ezberleyebilirsiniz, yanlış ezberlenmiş şiirler gibidir geleceğe dair düşlediğiniz her şey.
Yudumladığınız çayın en güzel yerinde bardağınızın ellerinizde parçalanmasıdır otuzlarda yaşamak.
***
Uzakta kalan bahçeler…
Kış güneşi mutluluklar da vardır elbette otuzlu yaşlarda size bahşedilen, ısıtmasa da gönlünüzü ışıtan avutan. Eş, baba, amca, dayı gibi aydınlık renkte pek çok elbiseniz olur önceleri yabancıladığınız fakat sonraları üzerinizde güzel durduğunu düşündüğünüz. Hepsi başka bir dünyaya götürür, başka kapılardan çağırır sizi hayata. Yüzünüzde pek iğreti duran tebessümleri etrafınızdakilerin yüzünde seyretmek, söyleyemediğiniz şarkıları onların sesinden dinlemek istersiniz.
Karanlık bir gecede yakın bir yıldıza tutunarak iz sürmek gibidir çocuğunuzla el ele yürümek bir caddede. Tanımadığınız bir çocuğun ardınızdan amca diye seslenmesi ne kadar titretirse kalbinizi, henüz çoğu kelimenin acemisi çocuğunuzun karşıdan, baba diyerek seslenmesi yaşayamadığınızı düşündüğünüz fani sevinçlerin tümünün kefareti gibi yeşertir içinizi. Dört harfli o sesleniş kırk yıl yeter sizi sarhoş etmek için her kulağınızda çınladığında.
Her geride bıraktığınız yıl etrafınızda yeni yüzler, ışıltılı gözler görürsünüz. Mevsimler durmadan dönse de yalnız bir mevsimdir sizin yaşadığınız. Dünya her zaman çiçeğe durmuş bir bahçedir de yalnız sizin yapraklarınız sarıya çalmaya başlamıştır. Gün gelir, sadece küçük kuşların yuva kurduğu dallarınız yeşil kalır. Kış güneşi ışıtsa da ısıtmaz bahçenizi.
***
“Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;”
Sadece yağmurlar şiirler şarkılar ve hayaller değildir otuz yaşımıza adım attığımızda geride kalan. Masallar da biter hepsinin aslında masal olduğunu öğrendiğimizde. İçinde sürüklendiğimiz ırmak soğumaya başlar, biz sürüklenirken, nefes nefese yanımızda koşan gölgenin gençliğimiz olduğunu, onu çok gerilerde bıraktıktan sonra anlarız.
Yaşadıkça heybemizde hatıralar birikir ve onlarla tutunuruz hayata. Cümlelere, satırlara kitaplara sığmasa da anlatırken, hepsi hepsi akşamlı bir gündür dünyada yaşadığımız.
Hüseyin Kaya'ya teşekkürler...
Bir öğle vakti, üzerimizde ince elbiselerle geziniyorken dışarıda, birden bire yaz yağmuruna tutulmak ve bir yandan ıslanırken bir yandan evimizde açık bıraktığımız pencereleri hatırlamak gibidir yirmili yaşları geride bırakmak. Şaşırır kalırız, başımızda bir ikindi uykusu mahmurluğu. Yağmurun, şiirlerin, şarkıların ve hayallerin bittiği yerden adım atarız otuzlu yaşlara.
***
Hüseyinim geçiyor gençlik çağları…
Eğer sık sık zamanın ne de çabuk geçtiğini düşünüyor ve günlerin, hatta haftaların gerisinde kaldığınız oluyorsa, etrafınıza baktığınızda kendinizi arada bir de olsa yanlış istasyonda inmiş gibi hissediyorsanız ve çocukluğunuz siyah bir okul önlüğüyle ya da siyah beyaz fotoğraflardan çıkmış bir hayal ile görünüp kayboluyorsa gayri ihtiyari bakışlarınızın daldığı boşlukta, muhtemelen otuzlu yaşların ortasındasınızdır ki, otuzlu yaşların ortasında olmak, ömrün ortalarında bir yerlerde olmak demektir biraz da. Ömrün ortasında olmaksa kapıların önünde kalakalmaktır ve siz onlardan uzaklaştıkça küçüleceği yerde daha da büyümesidir kalbinizde, çocukluğunuzun gençliğinizin. Hatıralar sizi habire geriye, önceden geçtiğiniz odalara sürüklerken, önünüzdeki meçhulü düşünmek yorar ruhunuzu. Yolunu unutan göçmen kuşlar gibi şaşırır kalırsınız boşlukta bir süre.
Eski yıllara ait sayfaları yırtılmamış takvimler birikir çekmecelerinizde. Bayramlar hep üç beş hafta ara ile birbirini kovalar. Sanki bir kasıt vardır ramazanların, bayramların çocukluğunuzda yaşadığınız mevsimlere denk gelmesinde. Mülayim bayram çocuklarına elinizi öptürmeye alışamazsınız bir zaman, haşarı bir çocuktur inmez yakanızdan çocukluğunuz.
Artık büyüklerin dizinin dibinde olanca ciddiyetle ve merakla onları dinleyen uslu çocuk ya da uysal genç değilsinizdir. Uğradığınız her mecliste biraz daha ortalarda yer açarlar oturmanız için. Her muhabbette sık sık bizim zamanımızda diye başlayan cümleler kurmaya başlamışısınızdır da farkına varmazsınız çoğu zaman.
Baktığınız her yerde renkler alabildiğine koyulaşır usul usul, sonra ayırt edilemeyecek kadar karışır birbirine ve yalnız kış mevsiminde değil her mevsim günler kısadır artık, akşamlar serin…
Hayatta nelerin sahibi olmuşsanız olun ailesine kötü karne götüren çocuklar gibi mahzunsunuzdur akşam vakitlerinde evinize doğru yürürken. Çocukluğunuz; gençliğinize sitem eder, gençliğiniz; ihtimallerle ve keşkelerle hırpalar kalbinizi. Bir çocuk, amca diye bağırır ardınızdan ayağınıza doğru yuvarlanan lastik topu işaret ederek, duyar; ama görmezsiniz.
Bazen bir mağaza vitrinin önünden geçerken bazen aheste adımlarla bir merdiveni çıkarken, epeyidir görüşemediğiniz bir tanıdığa rastlar gibi birdenbire karşılaşırsınız kendinizle ama onunla göz göze gelmekten korkarsınız kalabalıklarda. Bakamazsınız, çiğ düşmüş bahçeler gibidir yüzünüz saçlarınız.
Önce veda etmeyi öğrenirsiniz ardından kaybetmeyi. Veda edemediğiniz her şeyi bir gün kaybedeceğinizi otuzlu yaşlar öğretir size. Ne kadar sıkı tutarsanız tutun, elinizdekiler, kalbinizdekiler birer birer karanlığa yuvarlanır. Kimse anlamaz içinizde yaşadığınız kıyameti.
Cam arkasından, bir başkasını seyrediyor gibi seyredersiniz kendinizi, kaybettiklerinizi. Yorulmak nafiledir, telaş etmek nafile.
Nihayet ömrünün en uzun koşusundan dönen atlar gibi yorgun düştüğünüzde düşünmekten, kaybetmekten; elimden gelen ancak buydu, tesellisi teslim alır zihninizi. Uyumak ve üç yüz yıl sonrasına uyanmak istersiniz.
Ceplerinizde çocukluğunuzdan beri sakladığınız elmasların aslında birer cam parçası olduğunu bu yaşlarda öğrenirsiniz. Geriye dönebilmek için ardınızda bıraktığınız ekmek kırıntılarını çoktan kuşların bitirdiğini, karanlıkta yapayalnız kalıp da geriye dönmek istediğinizde fark edersiniz. Duvarlarda asılı tablolar kadar uzaktır geride bıraktığınız tüm güzellikler. Ne eskisini unutabilirsiniz ne doğrusunu ezberleyebilirsiniz, yanlış ezberlenmiş şiirler gibidir geleceğe dair düşlediğiniz her şey.
Yudumladığınız çayın en güzel yerinde bardağınızın ellerinizde parçalanmasıdır otuzlarda yaşamak.
***
Uzakta kalan bahçeler…
Kış güneşi mutluluklar da vardır elbette otuzlu yaşlarda size bahşedilen, ısıtmasa da gönlünüzü ışıtan avutan. Eş, baba, amca, dayı gibi aydınlık renkte pek çok elbiseniz olur önceleri yabancıladığınız fakat sonraları üzerinizde güzel durduğunu düşündüğünüz. Hepsi başka bir dünyaya götürür, başka kapılardan çağırır sizi hayata. Yüzünüzde pek iğreti duran tebessümleri etrafınızdakilerin yüzünde seyretmek, söyleyemediğiniz şarkıları onların sesinden dinlemek istersiniz.
Karanlık bir gecede yakın bir yıldıza tutunarak iz sürmek gibidir çocuğunuzla el ele yürümek bir caddede. Tanımadığınız bir çocuğun ardınızdan amca diye seslenmesi ne kadar titretirse kalbinizi, henüz çoğu kelimenin acemisi çocuğunuzun karşıdan, baba diyerek seslenmesi yaşayamadığınızı düşündüğünüz fani sevinçlerin tümünün kefareti gibi yeşertir içinizi. Dört harfli o sesleniş kırk yıl yeter sizi sarhoş etmek için her kulağınızda çınladığında.
Her geride bıraktığınız yıl etrafınızda yeni yüzler, ışıltılı gözler görürsünüz. Mevsimler durmadan dönse de yalnız bir mevsimdir sizin yaşadığınız. Dünya her zaman çiçeğe durmuş bir bahçedir de yalnız sizin yapraklarınız sarıya çalmaya başlamıştır. Gün gelir, sadece küçük kuşların yuva kurduğu dallarınız yeşil kalır. Kış güneşi ışıtsa da ısıtmaz bahçenizi.
***
“Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;”
Sadece yağmurlar şiirler şarkılar ve hayaller değildir otuz yaşımıza adım attığımızda geride kalan. Masallar da biter hepsinin aslında masal olduğunu öğrendiğimizde. İçinde sürüklendiğimiz ırmak soğumaya başlar, biz sürüklenirken, nefes nefese yanımızda koşan gölgenin gençliğimiz olduğunu, onu çok gerilerde bıraktıktan sonra anlarız.
Yaşadıkça heybemizde hatıralar birikir ve onlarla tutunuruz hayata. Cümlelere, satırlara kitaplara sığmasa da anlatırken, hepsi hepsi akşamlı bir gündür dünyada yaşadığımız.
Hüseyin Kaya'ya teşekkürler...
Su gibi akar gider, ne ki ömür dediğin…

Bir şarkı gelir aklına, “hayat sen ne çabuk harcadın beni”…hayat mı bizi harcadı, yoksa biz mi hayatı harcadık, sıkışır kalırsın ölümle doğum arasındaki o ince çizginin bir yerine, hayatı kendine, kendini hayata şikayet eder durursun…ne suçu var hayatın sen bol keseden harcarken sana sunduklarını.
Zamanında sen değil miydin, har vurup harman savuran duygularını, düşüncelerini, işini gücünü hatta sevdiklerini, sevmelerini, hayatına giren çıkanlarını…sen değil miydin “bu yıl da geçti, seneye hayırlısı” diyen, bak kaç sene geçti böyle diye diye ömürden. Bak hadi bir daha bak arkana, gör hoyratça saçtıklarını, bir daha asla senin olamayacaklarını…yaaa, kim neyi harcamış anladın mı şimdi?
Tabii öper başına koyarsın her gününü şimdi, lakin iş işten geçti, hayatın hesabını iyi yapamadın, yanıldıkların, bildiklerine yetmiyor işte!
Epeyi bir zaman önceydi, Falez’lerin üzerinde ben yaşlarda bir kadın, sürekli denize bakıyor, dudaklarını kıpırdatıp duruyor, yüz mimikleri ile dudakları birbirine eşlik ediyordu...çok dikkatli bakıp rahatsız etmek istemedim, ama merak edilmeyecek gibi de değildi, tuhaftı. Yürüdüm geçtim yanından, bir yandan da denize bakındım, gayri ihtiyari, bir şey mi görüyor diye. Az ileriden döndüm, yine o kadının yanından geçiyorum…bu sefer göz göze geldik ve bir anda dudak kıpırdaması sese dönüştü, “konuş, konuş iyi geliyor”…deli mi ne diye düşündüm, yok değilim dedi!...şimdi zaman zaman ben de gidiyorum ve bakıyorum denize, konuşuyorum ama dudaklarımı kıpırdatmadan…iyi geliyor gerçekten…ben de deli miyim neyim.
Yap yap hataları, kal taşların altında, yapış yerlere, debelenip dur şimdi, sonra da git meramını denize anlat… yıllarca hesabını yapmadan tüket yılları, sonra denizden al hırsını, denize konuş, ne anlayacaksa!
Yaş kemale ermişmiş, her günümü öpüp başıma koyuyormuşum, el yordamı ile hayatı tanıyıp, başkalarına da bu yordamı tavsiye ediyormuşum, daha neler neler…geçiniz bunları geçinizzzz.
Üç kuruşluk mala mülke gözümüzün içi gibi baktık- hoş ona da bakamadım ya- ama su gibi akıp giden hayatımıza arkamızı döndük, yüzümüzü çevirdik, işte şimdi ya denize konuşur olduk, ya da facebooklarda mutluluk arar olduk!
Su gibi akıp gitti hayat, ömür dediğin nedir ki anlayamadık!
Zırvaladıysam affola…
Beran Uzer
SENİN "HAYAT" DEDİĞİN
SENİN "HAYAT" DEDİĞİN
Bir ömür, dediğin şey;
teşrifinde aldığını, iade ederek terk etmektir.
Nefes alıp, nefes vermek gibi bir şey.
Bir ömür, dediğin şey; göz açıp, göz kapatmaktır.
Bu aleme teşrif ettiğinde açılan göz kapaklarının,
açılıp da kapanmaması veya kapanıp da açılmaması gibi bir şey.
Senin kahkahalarına ağlamak,
uğruna göz yaşı akıttıklarına gülümseyip geçmektir, hayat.
El uzatmak, adım atmak, kucak açmak, tahammül etmek,
sabır göstermek, görmek ve göstermek,
öğrenmek ve öğretmek, aldığını vermektir, hayat.
Hayat; aynada kendini görmek, terazide tartılmaktır.
Hayat, kazanmasını bilmektir: Alarak kazanmak, vererek kazanmak.
Götüremeyeceklerine, refakatçin olmayacaklara yapışmamaktır, hayat.
Hayat, teferruatta boğulmamak, görüntüye takılıp kalmamaktır.
Senin hayat dediğin, asli hayata hazırlık devresi, imtihan sürecidir.
'Yanlız O'na kulluk etmek, yanlız O'ndan yardım dilemek'tir, 'kul' olmak, 'kul' olabilmektir, senin hayat dediğin.
KISA KISA
Ömür dediğin, gözlerinde yakılacak bir şiirdir sevgili...
* * *
ömür dediğin bir törpüymüş elinin altında bir resim yapar gibi,bir şiir,bir kompozisyon tadında ama olmazlarıda varmış olduramadıklarında velhasılı kelem biçermiş,öğütürmüş ama illa törpülermiş bazen rotalı bazen apansız.
* * *
Göz açıp kapayıncaya kadar geçen süre..
* * *
Kısacık anların toplamı..
* * *
Ömür Dediğin Nedir, Dalda Bir Kuru Yaprak.
Bin Sene de Yaşasan Son Durak Kara Toprak...
* * *
Nasıl gelip geçti bilemediğim
Sırrını bir türlü çözemediğim
Suyundan severek içemediğim
Bir pınar gibidir ömür dediğin.........
Her gece nefsime hesap sorduğum
Kıvrılıp başımı taşa koyduğum
Gözlerimden akan yaşa doyduğum
Bir hicran gibidir ömür dediğin.........
Günahkâr insana sanki aşiyan
Maziden atiye heran taşıyan
Bilinmez ne zaman nerde başlayan
Bir köprü gibidir ömür dediğin.........
Ne zaman bitecek bilemediğin
Acıları tek tek silemediğin
Tatlı bir rüyadır diyemediğin
Bir uyku gibidir ömür dediğin..........
* * *
Ömür dediğin zamansızlıklar içinde bir kaç cümle çıkarabilmek,sonra bu cümleleri tek tek hece ve harflerine bölüp uğurlamak sonsuzluğa.
* * *
Göz açıp kapamadaki sürede geçen..
* * *
ömür dediğin bir nefes...aldığında verebileceğinden emin olamadğınn..
* * *
ağlayarak açarsın hayata gözlerini
ağlatırken sevindirirsin
çocuk olur eğlenirsin küçük dünyanda
kaybolurken ağlatırsın
genç olursun bir zaman sonra
haylazlık yapar yürekleri sızlatırsın
derken şartlar hasıl olur gurbete gidersin
az biraz kulakları çınlatırsın
gün olur vakti gelince
hayır iş için kapıyı çalarsın
çoluk çocuk torun torba gelir peşinden
alır kucağına sözünü dinletirsin
ve bir gün ecel gelir azrail kılığında
sana emanet olan can'ı verirsin
ömür dediğin nedir ki?
ne kadar yürüdüğün değil nasıl yürüdüğündür mesele
ezanla sela arasında bir nefeslik yol
göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısacık bir an
* * *
Ömür dediğin bir ince yoldur..
ne gül yaprakları daimdir onda,
ne dikenli teller..
gözyaşı ile başlayıp, gözyaşı ile biter..
Ömür dediğin göz açıp kapatıncaya dek sürer..
ya kazançtasındır,
ya kayıpta..
* * *
Ömür dediğin bir masalmış
Bir varmışla başlayan bir yokmuşla biten.
* * *
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)